21 Nisan 2015 Salı

Gün Koleksiyonu

Aslında bütün yaşadıklarımız bir koleksiyonun parçası olarak yerleşmiyor mu hayatlarımıza? Anılarımız, her gün her saniye bir parça daha ekliyor koleksiyonlarımıza. 

Bir de anıları somut nesnelerin koleksiyonlarıyla birleştirebilirsek, işte o zaman mükemmel bir bütünlük oluşuyor. Kimisi kum koleksiyonu yapar, kimisi para koleksiyonu... Benim koleksiyonum ise hala çok somutlaşabilmiş değil. Gün koleksiyonu...




Gün aydınlanmadan hemen önce, alacakaranlık vakti için bütün kötülükleri saklar derler. Sonrasında, bütün kötülüklerin üzeri örtüldükten sonra, yeni gün aydınlanmaya başlar. Temiz bir sayfa açmak gibi aynı.

Peki günün ilk ışıklarının, günü size her zaman gördüğünüzden daha farklı gösterebileceğini biliyor muydunuz? 




Bu noktadan sonra, aydınlığın aldatıcı olduğunu mu düşüneceksiniz?




Yoksa size bütün gerçekleri göstermeye çalıştığını mı?




O an içinizi ısıtan yeni doğan gün, ilerledikçe sizden kaçmaya çalışırsa? Yerlerde gölgeler oluşmaya başladığında tekrar bir alacakaranlığa girdiğinizi mi düşüneceksiniz?




Daha da kötüsü, gün batmaya başladığında, tamamen mi karanlığa gömüleceksiniz?




Daha bir kaç zaman önce günün uyanışını gördüğünüz yerde, günün batışını gördüğünüzde umutsuzluk mu kaplayacak içinizi?




Karanlığın cazibesine kapılacak mısınız?




Günün kaybolmasından, gökyüzünün karanlıkla dolmasından mutluluk mu duyacaksınız?




Belki de ışığın yeryüzüne ulaşabilmek için gösterdiği son çabada, son çırpınışlarda bir güzellik bulacaksınız?




Fakat eninde sonunda gün batacak. Karanlık kaplayacak gördüklerinizi...




Ve tam karanlıktan önce, son bir kez selamlayacak aydınlık sizi...




Işık gittikten sonra bile aydınlığı görebileceğinizi ima ediyor sanki. Peki siz ne düşüneceksiniz o andan sonra? Işık gittikten sonra bile aydınlıkta bulabilecek misiniz kendinizi?




Karanlığın da güzellikler saklayabileceğine inanabilir misiniz?




O güzelliklere farklı farklı bakmayı düşünür müsünüz hiç? Belki de doğru yerden bakmadığınız için güzel görünmüyordur size?




O anda bile lekelenebilir düşünceleriniz...




Ama istediğiniz an karanlıkta bile aydınlık olduğuna inanabilecek misiniz gerçekten?




Karanlıkta bile bulabileceğiniz aydınlığı, aslında yeni doğan günlerin sakladığını farkettiğiniz zaman ne olacak peki?




Ne olacak biliyor musunuz? Ben de bilmiyorum... Bunu öğrenebilmek sadece sizlerin elinde. Hayatınızda yer etmiş aydınlık ve karanlık anıların düşüncelerinizi nasıl yönlendireceğine siz karar vereceksiniz. Aydınlığın aslında düşündüğünüz kadar iyi olmadığını, karanlığın aslında içinde aydınlıklar bardındırabildiğini gördüğünüz an, hiç bir şeyin gördüğünüz haliyle hayatınızda yer almadığını da fark edebilirsiniz.

İşte ben o günden sonra gün koleksiyonuna başladım. Her yeni gün yeni bir koleksiyon parçası. Her yeni gün, yeni bir bilinmezlik. Bunun neresi koleksiyon diye soracak olursanız;
Her bir parçasını kendi istediğiniz gibi oluşturabileceğiniz bir koleksiyondan daha güzeli mi var?

2 Ocak 2015 Cuma

Gün Dönümü


İnsanoğlu var olduğu günden beri tarihlere anlam yüklemeyi sevmiştir. Bu, bugün de böyle devam ediyor. Bizler de takvimlerden ziyade, her günümüze anlamlar yüklemiyor muyuz?


Bulutlara bakmak hep huzurlu olmuştu benim için. Çocukluğumdan beri bulutlara dokunabilmeyi, aralarından geçerek uçabilmeyi hayal etmişimdir. Realist düşünce yapısı etrafınızı sardığında, sisli bir havada aslında tam olarak bunu yaptığınızı farkedersiniz. Peki çocukluğumuzdan beri çoğumuz için bir mutluluk temsili olan bulutlara dokunmak, neden sisli havalarda bunu gerçekleştirebiliyorken bize hüzün veriyor?



 Bulutların sizi mutsuz edebileceğinin farkına vardıkça hayat biraz daha acımasızlaşıyor. Sizi mutlu eden, içinizi ısıtan Güneş'in, bulutlar tarafından sizden saklandığı bir zamana denk geldiğinizde, bulutlar yine aynı masumiyetini koruyabiliyor mu sizin gözünüzde?


Peki mutluluk kaynağı bulutlar sizden bir şeyler saklarken, siz kendinizden neleri sakladığınızın farkına varabiliyor musunuz? Sakladıklarınızla, dalların arasına saklandığınızı düşünseniz bile, bunun farkında olan kimsenin olmadığına mı inanıyorsunuz? İnanıyorum ki bir yerde, bir kişi, sizi gerçekten tanıyor. Henüz tanışmamış olsanız bile, tanıdığınız zaman, aslında sakladığınız bütün düşüncelerinizin zaten birisinde olduğunu görüyorsunuz.


Gün dönümü demiştim yazıya başlarken. Geçtiğimiz haftalarda, 21 Aralık tarihinde, kış gün dönümünü yaşadık. Artık günler daha uzun süre aydınlık geçecek. Bunun anlamı, bulutların bizden daha çok şey saklamak için daha uzun süre fırsat bulabileceği ...... mi, yoksa insanın sakladığı sırları kapatan gecenin artık hayatlarımızda daha kısa süreli olacağı ve buna istinaden insanların daha az sır saklayacağı mı?

Bu tamamen size kalmış. Hayata nasıl baktığınıza bağlı olarak değişebilir bu yorumunuz. Ben her iki şekilde de bakmıyorum.


Sonuçta nelerden mutlu, nelerden mutsuz olacağınız size bağlı. Koskoca bir kaya kütlesinde hayat bulabildiğinize sevinmek veya koskoca bir kaya kütlesinde hayatına devam eden tek canlı olduğunuza üzülmek size kalmış.

Ben hayat bulduğuma sevinenlerdenim. Gün dönümü benim için en uzun gece, en güzel kar yağışı ve en güzel gün anlamlarına geliyor.


Mutlu oldukça hayatta bulabildiğiniz çıkış yollarınızın da arttığını görüyorsunuz. Etrafınızı saran kaya kütlelerinin arasında gördüğünüz şey ilerideki ışık ise, siz de benim gibi bakıyorsunuz hayata. Kış gün dönümü de işte bunu ifade ediyor bana. Uzun gecelerin son bulmaya başladığı, ileride ışığın göründüğü gün kış gün dönümü.

Bulutların tekrar mutlu anları ifade etmeye başladığı gün, belki tekrar ruhunuzdaki çocuksu kimliğinizi yakaladığınızı, belki de hayata daha optimist baktığınızı anlamamanız için bir sebep yok.


Hayatlarınızdaki bulutlara balonlar eklemek size kalmış. Bulutların üstünde gezinebilmek hala herkesin yapabileceği birşey. Bunun için bir balona ihtiyacınızın olmadığını anladığınız gün, bulutlara eklediğiniz balonların sizde bıraktığı etkinin garip bir huzur olduğunu göreceksiniz.



İşte bu noktada asıl soruya geliyoruz; gün dönümü sizin için ne ifade edecek? Ne tarafa koşacağınıza karar vermek için bugünden daha iyi bir zaman mı var?


Evet sevgili okur, ben geçtiğimiz günlerde Kapadokya' ya gittim ve ben Kapadokya' dan çok mutlu ayrıldım. Sonra da sizlere aslında Kapadokya' yı anlatmayan fakat bana Kapadokya' dan neden mutlu ayrıldığımı hatırlatan bu yazıyı yazdım. Umarım sizler de hayatınıza böyle anları ekleyebilirsiniz. Çünkü yazının başında dediğim gibi, bizler tarihlere anlamlar yüklemeyi çok severiz.

O anlamın sizi çok mutlu ettiğini gördüğünüzde ise bırakın hayat kendisi aksın. Bulutlar bir şekilde mutlu ediyor sizi zaten. İster kar yağdırsın, ister pamuk gibi olsun.

23 Ağustos 2014 Cumartesi

Ottokar'ın Şehri III

Bohemya topraklarının başkenti Prag' ı anlattığımız Ottokar' ın Şehri serisinin son bölümüne hoşgeldiniz :)
Bir önceki bölümde Tenten' den bahsetmiştim Prag Kalesi' ni anlatırken. Ondan da bir önceki bölümde Tenten' den bahsedeceğimden bahsetmiştim :) Tenten' den bahsettim mi size?



Kalenin içinde bırakmıştık hikayemizi. Oradan da devam edelim. Şehirde ve çoğu kaynakta anlatılana göre eski zamanlarda Bohemya kralları simyaya çok meraklıymış. Bu yüzden kalenin içinde simyacılar için özel bir yer bile ayarlamışlar. Ben de bir simyacı adayı kimyager olarak (her kimyager bir simyacıdır aslında :)  ) bu yerleri gezmeyi planlıyordum. Fakat bize Simya Müzesi olarak gösterilen müzenin yaklaşık 10 yıl önce kapandığı ortaya çıkınca kaleden ayrılmaya karar verdik. Bunun için St. Vitus katedralinin etrafından dolaşırken bir dikilitaşla, bir St. George heykeliyle ve kime ait olduğu tur rehberimizce bizlere yanlış aktarılmış olan şu heykele denk geldik.


Kimi yerde St. John' a, kimi yerde ise dönemin imparatoruna ait olduğu söylenen bu heykel ile ilgili asıl ilginç olan şey bize anlattığı olay.
Benim öğrendiğim efsaneye göre bu heykel krala ait. Kral katedraldeki ayine giderken halktan kimsenin giremediği koridorları kullanarak güvenliğini sağlarmış. Bir gün rahipler krala halk ile bütünleşirse halkın kralı daha çok seveceğini söylerek kralın katedrale halkın arasından geçerek gitmelerini sağlamışlar.
İşte o gün, kral halkın arasına indiğinde, katedralin kapısına ulaşana kadar halkın yoğun ilgisiyle karşılaşmış. Katedralin basamaklarını tırmanmış, kapının kolunu tutmuş, ve kapı açılmamış. Meğer kralın halkın arasına inmesini sağlayan rahipler ile bazı kötü kimseler işbirliği yapmış ve krala karşı bir suikast planı kurmuşlar. Katedralin içindeki rahipler kapıyı arkadan tutarak açılmasını engellemişler, kral dışarıda kapı kolunu tutarken de halkın arasına karışmış kötü kişiler tarafından öldürülmüş. O kadar çabuk ölmüş ki kral, olduğu yerde, kapının kolunu hala tutar pozisyondayken dizlerinin üzerine çökerek kalmış.
Ölü bedeni kızgın kimseler tarafından parçalara ayrılmadan önce, yukarıdaki heykelde gördüğümüz büyük kanatlı Azrail ve diğer küçük melekler tarafından huzura ulaştırılmış. Küçük heykellerin kralın ayaklarını öptüğünü görebilirsiniz. Kralın başında da kutsal kişiliğini gösteren hareyi görebilirsiniz.

İşte bu heykeli sol tarafınızda bırakarak yolunuza devam ettiğinizde ise kırmızı bir bazilikaya denk geliyorsunuz. Bu bazilika, Prag Kalesinin içinde yer alan korunabilmiş en eski yapı. St. George Bazilikası. Burasıyla ilgili anlatılan bir efsane ise Bohemya krallarının arasında tek kadın olarak göze çarpan Maria Theresa ile ilgili. Anlatılanlara göre, ve tarih kitaplarının yazdığına göre, Maria Theresa' nın babası Charles IV ölmek üzereyken yerine kimin geçeceği tartışılıyormuş. İmparatorun erkek çocuğu olmadığı için farklı aileler imparatorluğun kendi ailelerine geçmesi için büyük bir rekabet içerisindeymiş. Charles da krallığın başka bir aileye geçmemesi için o güne kadar görülmemiş bir karar vererek kızının tahta geçmesine karar vermiş. Bu karar ilk duyulduğunda çok büyük tepkiyle karşılanmış fakat tahta geçen Maria Theresa, tahtta kaldığı yıllar boyunca ülkeye en bereketli yıllarını yaşatmış, halk en mutlu zamanlarını geçirmiş. Efsane de diyor ki, Maria Theresa, imparator ünvanını bu bazilikada almış.

Bu bazilikanın yanında aşağı doğru inen bir yol var. Bu yoldan yürüdüğünüz zaman şehre iniyorsunuz, yolda bir sorunla karşılaşmazsanız! Merak etmeyin öyle tenha veya tehlikeli kimselerin cirit attığı bir yol değil burası :) Böyle söylememin sebebi, bizim büyük bir tehlike atlatmamız. Tehlike derken de düşme yuvarlanma falan değil, nezarete atılma tehlikesi :)
Bul karayı al parayı oyununu bilirsiniz. Bir kişi, bir taşı 3 kaptan birisinin altına saklar. Bu kapların yerlerini çok hızlı bir şekilde değiştirir ve siz de taşın olduğu kabı bulmaya çalışırsınız. 3 sefer bulabilirseniz ortaya konan bahsi kazanırsınız. Biz de bu yoldan aşağı inerken bul karayı al parayı oynatan birisine denk geldik. 2 turist yanında durmuş oynuyorlar. İzlemeye başladık. Adamlar 100€ ve üstü koyuyor ve kazandıkça kazanıyorlardı. İzlediğimi gören bahisçi bize de yem attı. Gelin oynayın diye. Oynamaya karar verdik, çünkü grubumuzdaki herkes neredeyse her defasında taşı bulabilmişti. Hepimizden çıkan toplam para 70€ olunca adam bahsi kabul etmedi ve oynayamadık. Tam pazarlık yaparken yanımızda bir el, ve elde de bir kimlik belirdi. Hızlı gözler bu kimliğin polis kimliği olduğunu görünce hızlı ayaklarla irtibat kurdu ve oradan kaçış anı başladı :)
Arkamızdan seslenen polisleri duymamış gibi yapan grubumuzun her üyesi Prag sokaklarında bir kanun kaçağı olarak dolaşmaya devam etti :)
Abartısı bir yana, sokak satıcılarına dikkat edin Prag' da. Özellikle exchange yaparım diyen dolandırıcı çok fazla.


Şehirde özellikle biz Türkler için önemli bir durak noktası var aslında. Bu öyle pek turist haritalarında falan gösterilen bir şey değil. Şehrin en eski kafelerinden olan Cafe Slavia' ya gittiğinizde bazı masaların ömür boyu rezerve edildiğini görüyorsunuz. Bu rezervasyonlardan birisi de Nazım Hikmet' e ait. Nazım ülkeden sürgün edildiğinde Prag' da kaldığı süre boyunca bu kafeye gelirmiş sürekli. Ayrılan masalarda ve kafenin duvarlarındaki fotoğraflarda kimler kimler yok ki. Devlet başkanlarından Nobel ödüllü isimlere kadar pek çok dünyaca ünlü ve saygıdeğer kişi hep bu kafenin koltuklarında oturmuş bir zamanlar.
Üstelik kafenin manzarası da yukarıda gördüğünüz fotoğraftaki gibi. Karşınızda akan Vltava nehri ve yanıbaşınızdan geçen bu tramvaylar. Nazım Hikmet boşu boşuna gelmemiş bu şehre ve kafeye...
( Not: Kafe, ünlü Dans Eden Ev' e giderken, nehri sağ tarafınıza aldığınızda, solda köşede kalıyor )

Hazır tramvay demişken, şehirde tramvaylara binmek için durağa girmeden önce bilet basmıyorsunuz. Biletinizi tramvayın içinde okutuyorsunuz. Cin fikirli millet Türkler, buna pek yanaşmıyor. Fakat aklınızda bulunmasında fayda var, biletsiz bindiğiniz farkedilirse ( habersiz kontroller yapılıyor), cüzdanınızı fazlasıyla hafifletecek bir cezayla karşılaşıyorsunuz.

Şehrin yine arayan gözler tarafından bulunabilecek bir başka noktası da Lennon Duvarı.


Biz gittiğimiz tarihler tam Gezi Parkı Direnişi zamanına denk geldiği için duvarın pek çok noktasında #Occupygezi gibi yazılara denk geldik. Yurtdışında buna denk gelmemiz hepimizin yüzünde bir gülümseme bıraktı :)
Bu duvar çeşitli ülkelerde bulunan birkaç Lennon duvarından birisi. Belli periyotlarla duvar baştan boyanarak bir nevi sıfırlanıyor ve ziyaretçiler tarafından dolduruluyor. Duvarda sabit kalan tek çizim ise fotoğrafta da gördüğümüz John Lennon motifi.
( Not: Bu duvara da barut kulesini arkanızda bırakarak girdiğiniz Charles Köprüsü' nü geçtiğinizde, ilk yoldan sola dönüp, kıvrıla kıvrıla uzayan yolu yürüdüğünüzde, yolun sonunda denk gelebilirsiniz )

Ulusal Müze' nin merdivenlerinden Wenceslas Meydanı

 
Ulusal Müze, en çok girmek istediğim yerlerden birisiydi aslında. Fakat kapılarına kadar gittiğimizde karşılaştığımız acı sürpriz bizi üzmedi değil; müze 2 yıllık bir tadilattaymış. Bu yüzden giremedik içeri. Hemen yanında yer alan Monarşi Müzesi' ne girdik. Beklentilerimizin çok çok altında kalan müzede Monarşi döneminde yaşamış halkın durumunu anlatan imitasyonlar ve dönemin kral ve evlendikleri kimselerin bazı eşyaları sergileniyor.
Bunun dışında, şehirdeki en yüksek turist potansiyellerinden bir diğeri olan Kafka Müzesi' ne de girdik.


Çağımızın en büyük yazarlarından kabul edilen Kafka, Prag doğumlu olduğu için şehrin çoğu noktasında Kafka ile ilgili eserlere denk gelebilirsiniz. Doğduğu ev ve okuduğu okul gibi bazı sembolik noktalar var. En önemli noktalardan birisi de bu müze. Müzede sergilenenler açısından pek dişe dokunur bir şey olmasa da özellikle müzenin tasarımı Kafka' nın iç dünyasını anlamanız için çok somut bir örnek. Labirent gibi koridorlar, değişik duvar ve sergileme tasarımları ve en çok göze çarpanı, dışarıdaki bu heykel, Franz Kafka' nın sıradışı düşünce tarzını incelikle ve sade imgelerle betimliyor. Bu heykelin tabanı ayrıca Çek Cumhuriyeti' nin haritası şeklinde dizayn edilmiş ve heykeller de doğu ve batıyı temsil ediyor.

Söylemeden geçmeyelim, sex müzesi, işkence müzesi gibi bazı çok ilgi çeken müzeler giden pek çok kişi tarafından hayal kırıklığı olarak anlatılıyor. Ben gitmediğim için bilemiyorum fakat dışarıdan gördüm, hepsi köşebaşı müzesi gibi duruyor. Şehirdeki dünyaca ünlü müzeleri gezmek varken pek cazip gelmiyor bu tür müzelere girmek.

Biraz da yeme içme işlerinden bahsetmek istiyorum. Domuz etiyle ilgili sıkıntılarınız varsa yemek konusunda biraz zorluk çekebilirsiniz. Hem çok para vermeyeyim hem de sağlıklı şeyler yiyeyim, hem de doyayım diyorsanız işiniz biraz daha zor :)
Öğünleri geçiştirmelik olarak dilim pizzalar fazlasıyla işinizi görecektir. Fakat dışarı çıkıp güzel bir yemek yemeye çalıştığınızda kişi başı en az 20€ gibi bir parayı gözden çıkartmanız gerekiyor. McDonald's, KFC, Sbarro gibi fast food zincirleri dünyanın her yerinde olduğu gibi burada da sık sık karşınıza çıkıyor. Hard Rock Cafe de yemek yemek için çok güzel bir alternatif olarak Astronomik Saat Kulesi' nin arka sokağında sizi bekliyor.

Yemeğinizin yanında içeceğiniz içki bira ise, yaşadınız. Çek Cumhuriyeti şehirlerinden birisi olan
Plzen, adından da anlayabileceğiniz gibi Pilsner bira çeşidinin doğduğu yer. Pale lager olarak tanımlayabileceğimiz pilsner biranın biz Türkler olarak en çok bildiğimiz ürünü tabi ki Efes Pilsen. Çek Cumhuriyeti sınırları içerisinde de bizim Efes biramız diye tanımlayabileceğimiz bir birayla karşılaşıyoruz en çok. Pilsner Urquell adıyla satılan bira, dünya coğrafyalarına yayılan ilk pilsner bira olarak biliniyor. Tadı hafif buruk ve içimi yumuşak.
Bunun dışında yine pek çok yabancı bira bulabilirsiniz her köşe başı markette. Fiyatlar 1€ civarında toplanıyor.
Biracılık açısından diğer önemli nokta ise, Prag sınırları içerisinde yer alan Brevnov Manastırı, bilinen en eski bira fabrikası.
Şehirde ale olsun stout olsun lager olsun her çeşit biraya kolaylıkla ulaşabilirsiniz. Özellikle Plzen şehrinde çok sayıda yerel biracılık şirketleri var. Çikolatalı biraya denk geldiğimi söylersem sanırım çeşitlilik hakkında bir şeyler oluşabilir kafanızda :)





Anlatmak istediğim çoğu şeyi anlattım 3 bölüm boyunca. Şu an aklıma gelmeyip daha sonra keşke bahsetseydim dediğim şeyler birikirse, belki bir 4. bölüm gelebilir, neden olmasın :)
İnternette veya turist bürolarında, her yerde karşınıza gelebilecek bilgilerin dışında şeyler anlatmaya çalıştım genelde. Mesela şehirde kocaman (ama gerçekten kocaman, 23 metre) bir metronom var. Bu metronomun, eskiden orada bulunan ve o zamana kadar yapılmış en büyük Stalin heykelinin yerine yapıldığını pek çok yerden okuyabilirsiniz (giderayak yeni bir bilgi de verdik hadi bakalım :) ).

Ben bu şehri dolaşırken aldığım zevki, bu yazı serisini yazarken tekrar hatırladım. Umarım sizler de okurken iyi vakit geçirebilmişsinizdir. Bu güzel şehrin hayvanat bahçesinde karşılaştığım aşağıdaki dostlarım sizlere iyi günler diliyor efendim...

http://www.zoopraha.cz/ 


En güzel anınız, her anınız olsun. Görüşmek üzere. 

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Ottokar'ın Şehri II

Nerede kalmıştık? Ah evet... Prag kalesi diyordum, Tenten diyordum...
Bohemya' ya tekrar hoşgeldiniz :)


Prag ile ilgili ilk yazıda astronomik saat kulesinden bahsetmiştik genel hatlarıyla. Bu sefer sizlere Prag Kalesini anlatmak istiyorum. Her zamanki gibi, önce biraz ansiklopedik bilgi ile başlayalım.
Guinness rekorlar kitabına göre en büyük tarihi kale olan Prag Kalesi, 9. yy'dan başlayıp 14. yy'a kadar uzanan bira yapım tarihçesine sahip. Şu an Çek Cumhuriyeti Devlet Başkanlığı Sarayı olarak kullanılan kalenin konaklayanları, savaşlar süresince pek çok sefer el değiştirmiş. Buna bağlı olarak kalenin görevi de değişmiş. Daha fazla bilgi için : Tıkla


Yukarıdaki fotoğrafta yan girişini gördüğümüz kale, işte bu görüntüyle karşılaştığım an beni olduğum yerde dondurdu. Tenten' in çoğunlukla kurgusal yerlerde geçen hikayeleri, yine çoğu zaman bazı yerlerden esinlenilmiş mekanlar içeriyordu. (Sonunda bağlayabildik giriş paragraflarını :) )

http://upload.wikimedia.org/wikipedia/tr/thumb/a/aa/Ottokarinasasi.jpg/250px-Ottokarinasasi.jpg 

Esinlenildi demiştik ya, işte Tenten' in yukarıdaki macerasında, kapakta da görebileceğiniz Ottokar' ın Sarayı aslında Prag Kalesi oluyor :) Ottokar da Bohemya krallarından 2 tanesinin adı. Hikayede olaylar kurmaca bir Balkan ülkesi olan Sildavya' da geçiyor. Gerçek hayattan esintiler ve kurgunun mükemmel bir bileşimi şeklinde ilerleyen hikayede bir ara Türklerden de bahsediliyor. Daha fazla ayrıntı vermeyeceğim. Link de vermeyeceğim, bu mükemmel çizgi roman serisini okumanızı tavsiye ediyorum. Şu an basılmış 24 cildi var, yerkürenin çeşitli yerlerinde geçiyor maceralar. Hatta hatırlayanlarınız olacaktır, eskiden çizgi filmi de vardı Tenten' in. Konudan sapmadan toparlayalım, işte ben bu esinlenmeyi tamamen aklımdan çıkartmış olarak Prag Kalesi' ni birden karşımda görünce yaşadığım sevinci anlatamam size :)


Sarayın ana kapısından girince sizi bu kapı karşılıyor. Saray avlusundaki manzara da şu şekilde :


Dediğim gibi kale hala resmi görevine devam ediyor. Buna bağlı olarak, benim de denk geldiğim gibi, Çek Cumhuriyeti devlet görevlileri (başbakan ve hatta cumhurbaşkanı düzeyinde bile olmak üzere) arabasıyla yanınızdan geçip gidebiliyor avluda.

Avluda genelde Hristiyanların ve Türklerin ilgisini çeken bir detay var. Yukarıdaki fotoğrafta ayrıntılar pek belli olmasa da hafif solda kalan silindirip yapıda 2 tane rahip heykeli var. O heykellerden sağda olanı St. Nicolas' ya ait. Veya çoğu kimsenin daha iyi bildiği adıyla, Noel Baba.

Ortadaki kuyunun da etrafının tellerle kapatılmış olması dikkatinizi çekebilir. Bunun sebebi dekoratif amaçlardan ziyade içine düşen insanları kurtarmaya yönelikmiş.

Bu avluda fotoğraftaki haliyle sağ taraftaki koridorlara girerseniz ana kapıya ulaşıyorsunuz. Sol taraftaki koridorlardan geçerseniz ise karşınızda belki de saat kulesinden bile daha da etkileyici olan bir yapı geliyor; St. Vitus Katedrali .


Yukarıdaki fotoğrafta sadece ön yüzünün üst bölgesini alabildiğim katedral ihtişamıyla sizi büyülüyor adeta. 96 metrelik bir ana kuleye ve 82 metrelik ön kuleye sahip. 1929 yılında tam anlamıyla tamamlanabilmiş katedral 1344 yılında günümüzdeki haliyle yapılmaya başlanmış. Mimarisi, Prag şehrinin geneli gibi gotik mimarinin en uç noktalarını sizlere rahatlıkla sunabiliyor.


Yukarıdaki fotoğrafta görkemli mimarisini görebileceğiniz katedral aynı zamanda günümüzde cumhurbaşkanlığı sarayı olarak kullanılan binaların hemen yanında yer alıyor.


Katedralin sağ kanadında bulunan bu mozaik, kıyamet gününü tasvir ediyor. Sol kanatta yeniden doğumu, ortada İsa ve havarilerini ve sağ kanatta ise cezalandırmayı görüyorsunuz. Aya Sofya' da yer alan kıyamet günü mozaiği ile bir benzerliği ise yok malesef.


Neredeyse her katedralde görebileceğimiz yukarıdaki gibi gargoyle heykelleri, St Vitus Katedralinde de çokça bulunuyor. Asıl olarak su oluğu görevi görmesi için yapılan bu heykellerin bir amacı da, kapalı ve yağmurlu (bir diğer deyişle, ürkütücü) havalarda ağızlarından çıkan sularla fazlasıyla korkutucu bir görüntü oluşturması. Böylelikle dışarıdaki bu korkutucu görüntüden kurtulmak isteyen insanlar kiliseye sığınacak ve kilisenin sıcak ve sakin ortamı içerisinde huzur bulacaktı. Bir nevi beyin yıkama...



Bu bölüm beklediğimden uzun sürdü :)
Kale ile ilgili anlatacağım daha çok şey var ve bunları anlatınca 3. bölüme pek bir şey kalmayacağını farkettim. Bu yüzden bu bölümü de burada bitirelim. 3. ve son olmasını planladığım bir sonraki bölümde kaleyle ilgili bir kaç bilgi/anı daha paylaşıp kısaca şehir hayatına değinmeyi düşünüyorum. Bir sonraki yazıda görüşmek üzere.

En güzel anlarınız her anınız olsun :)

1 Ağustos 2014 Cuma

Ottokar'ın Şehri

Herge' nin çizgi romanlarını bilirsiniz; Tenten' in Maceraları. Ben bu maceraları okuyarak büyüdüm. Mavi Lotus ile uzakdoğuya gittim, Firavunun Puroları ile Kuzey Afrikada buldum kendimi. Ottokar' ın Asası ile de slavlarla tanışmıştım. 

Prag yolculuğumuz kesinleştiği zaman ne ile karşılaşacağımı tahmin etmiyordum açıkçası. Daha önce pek çok sefer duymuştum ne kadar harika bir tarihi dokuya sahip olduğunu, fakat dedim ya, böyle bir şeyi hiç beklemiyordum.

Birbirinden alakasız gibi duran bu iki paragraflık girizgahı, yazının ilerleyen satırlarında birleştireceğiz efendim...


Biraz ansiklopedi bilgisi verelim efendim. Günümüzde Çek Cumhuriyeti' nin, geçmişte ise Çekoslovakya' nın başkenti Prag (Veya Praha, ne derseniz ). 2. Dünya Savaşı sırasında çok ağır bombardımana uğramadığı için şehrin tarihi dokusu yerli yerinde. Bu yüzden yılın her anında turist dolu. Dahasını merak ederseniz sizi şöyle alalım : Tıkla

Charles Köprüsü

Baktığımız yönden sol tarafına yürürseniz şehrin en önemli sembollerinden birisi olan saat kulesinin olduğu meydana gidebileceğiniz, sağ tarafına yürüdüğünüz zaman ise Kafka Müzesi' ne gidebileceğiniz ünlü Charles Köprüsü ile karşı karşıyayız bu fotoğrafımızda. Uzunluğu ~500m yazsa bile inanın bana kilometrelerce uzunluktaymış gibi geldi! Bunun nedeni kesinlikle ama kesinlikle şehirde kaldığım günler boyunca, her gün, en az 4 sefer bu köprüyü boydan boya yürümüş olmam değildir.
Köprü tarihi dokusu ve kokusuyla sizi üzerine çağırırken köprü üstündeki her 2 metrede bir karşılaşacağınız incik boncuk satıcıları, insana tapınırmış gibi yatarak para isteyen dilenciler ve her bir kaldırım taşı bloğu başına 3 ayak düşecek şekilde istiflenmiş yoğun turist kalabalığı canınızı sıkacak mı? Sıkmasın efendim, insanların sıcaklığı ve şehrin dokusu sizi yeterince rahatlatacaktır.

Peki canınızı sıkacak bir şey mi istersiniz şehirde? Benim sinirlerimi gerim gerim geren bir olay paylaşayım öyleyse sizinle. İnsanoğlu mazot olarak su ve yemek kullanır bildiğiniz üzere. Hadi suların mineralli satılmasına alıştınız (Alışmanız lazım zaten. Her yer bizim memleket değil. Sular çoğu ülkede mineralli satılır), peki yemek işini ne yapacaksınız? Farklı tatlar denemeyi sevmiyorsunuz diyelim, dini konularla bağlantılı veya değil, domuz da yemediğinizi varsayalım. Yerkürenin her bir santimetresine yayılmış olan ırkımızdan birilerinin açtığı dönercileri ararsınız değil mi? Bu şehirde öyle birşey düşünmeyin efendim. O memleketlim dediğiniz adam size bir yarım ekmek döner için 9 € fiyat çeker, üzülürsünüz. Yeni tatlar deneyin, pişman olmayacaksınız.

Astronomik Saat ve Oldtown Meydanı

İşte o yeni tatları denemek için şehirde yürürken mutlaka ama mutlaka yukarıdaki görüntüyü göreceğiniz meydana yolunuz düşecek. Burası Prag' ın belki de en çok turist çeken yeri. Fotoğrafta sol tarafta yer alan astronomik saat, Prag' ın simgelerinden birisi. Şöyle de güzel bir hikayesi var (tabi farklı efsaneler de var ) :
Yapan kimse eserinden o kadar memnun kalmış ki, bu memnuniyetini biraz abartmış. Eseri üzerinde incelemeler yapılıp taklit edilmesin diye kendisini kulenin tepesinden saat mekanizmasının üzerine atmış. Kırılıp bozulan mekanizma yaklaşık 300 yıl boyunca onarılamamış ve saat çalışmamış bu yüzden. Şu anda çalışır durumda saat ve çanları her çaldığında kulede gerçekleşen gösteriyi izlemek için yüzlerce insan toplanıyor saatin başına! Fotoğrafta da kalabalığın bir kısmını görebiliyorsunuz zaten. Gösteri dedim değil mi? Evet, saat size bir gösteri sunuyor.

Astronomik Saatin Yakın Görünümü


Fotoğrafta, ilk başta seçmesi zor da olsa, saatin her iki yanında ve onların da altında görebileceğiniz 8 figür, saat çalmaya başladığında hareket ediyor. Yukarıdaki 4 tanesi hayattaki kötü şeyleri (Ölüm, tembellik, kibir ve açgözlülük. Hatta en sağdaki tembelliği ve keyfi temsil eden figür bir Osmanlı! )

Aşağıdaki 4 tanesi ise iyi şeyleri (Adalet, bilim, astronomi ve eğitim ) temsil ediyor. Saat çaldığında yukarıda görebileceğiniz 2 kapakçık açılıyor ve İsa ve 12 havarisi tur atarak aşağıdaki halka bakıyorlar. Bu sırada az önce bahsettiğimiz figürler de hareketlerine başlıyor. Bunlardan en ilgi çekici olanı, iskelet ile sembolize edilmiş olan ölümün hareketi. Elindeki ipi çekerek çan çalma hareketi yapıyor ve başını sallıyor. Bunun anlamı olarak da zaman aktıkça ölümün bize gittikçe daha da yaklaştığı. Anlamını öğrenip isketeli izlediğinizde tüyleriniz diken diken oluyor benden söylemesi.
Gösteri bittiğinde saatin üstündeki horoz ötüyor ve kulenin tepesinde bir görevli borazan çalıyor.

Saat kulesinin karşısında yer alan kilisede ise, saatin yapımında emeği geçen astronom yatıyormuş. Bu kilisenin bir diğer özelliği ise dikkatli bakınca görebileceğiniz bir ayrıntı. Kilise kulelerinin ebatları birbirinden farklı. Bu farklılığın sembolize ettiği şey ise kadın ve erkek arasındaki farklar. Sağdaki kule, soldaki kuleye göre, bir erkeğin bir kadına göre olduğu gibi, daha iri ve kaslı duruyor. Soldaki kule ise inceliği ile daha zarif...


Hala daha girizgahtaki konu bütünsüzlüğüne değinmedik. Bunu da bir sonraki bölüme bırakalım. Kısa bir yazı oldu ama olsun, daha anlatacak çok şey var ne de olsa :)

Bir sonraki bölümde biraz Prag Kalesi, biraz Tenten, biraz da kent hayatı olsun diyelim. 
En mutlu anınız her anınız olsun efendim...

1 Nisan 2013 Pazartesi

Gitmek


Kuşlar gibi özgür olabilmek ne kadar güzel olurdu değil mi? İstediğiniz her an, istediğiniz her yere uçup gidebilme hayaliyle yaşayan o kadar çok insan var ki şu dünyada...


Gitmek gerekiyor ara sıra. Kimseye açıklama yapma zorunluluğu olmadan, sadece gitmek. Nereye olduğu bile önemli değil aslında. Ağaçların, tarlaların, yolların akıp gitmesi yeterli. Yeni yerler keşfetmeye de gerek yok. Belki de yıllardır huzur bulduğunu bir yer vardır. Önemli olan gidilen yer değil zaten. Gitmek gerek sadece...

Yolda olmanın hissettirdikleri bile farklı. İçinde tükenmek bilmeyen bir heyecan varken, nasıl kötü hissedebilirsin ki? Bisikletle gitmişsin, yürüyerek gitmişsin, arabayla gitmişsin... Hiç farketmez. Önemli olan gitmek demiştik ya hani, evet, önemli olan gitmek.

Fotoğrafa da gerek yok. Görmek yeterli. Hatta görmeye bile gerek yok, hisset yeter. Gittiğini hisset. Duyduğunu hisset. Gördüğünü hisset. Ama hissetmeden gitme. 


Gittiğin zaman göreceksin ki hayatındaki renkler değişecek. Yeşilin daha farklı yeşillerde olabildiğini göreceksin. Mavinin bazen açık, bazen koyu olduğunu göreceksin. Sarının her yerde farklı farklı hüzünler getirdiğini hissedeceksin.

Kokular bile farklı gelecek artık. Bir menekşenin kaç farklı şekilde kokabileceğini bileceksin. Bir üzümün ne kadar farklı tatlara sahip olabileceğini anlayacaksın. Çok şey öğreneceksin. Çok şey bileceksin. Çok okuyan mı çok gezen mi demişler ya, o cümledeki çok gezen olacaksın işte.


Sadece gitmek lazım bazen;

Bir şeylere ulaşmak için değil, ulaşılmışın ötesini görebilmek için...

Anlam yüklemek için değil, anlamları derinleştirmek için...
Yüklediğin anlamların değerini anlamak için.

Uzaklaşmak için değil, yakınlaşmak için gitmek lazım...